Back to Press

Son büyük partinin hikâyesi ‘Hotel Living’–Istanbul Art News

Yunan yazar Ioannis Pappos’un İngilizce kaleme aldığı ve 2015 yılında HarperCollins tarafından basılan ilk romanı “Hotel Living”, bir göç hikâyesini anlatıyor. Daha doğrusu, bitmeyen bir hareketi, yeni bir ev ararken, evsizleşmeyi, yurtsuzlaşmayı yazıyor Pappos. Bu “yurtsuzluğun” otel odalarında başkahramanı Stathis konaklıyor. Stathis, kendi tabiriyle, “birinci sınıf” bir evsiz. Yıllarını şirketinin ona
ayarladığı otel odalarında geçiriyor…

Diğer taraftan Stathis üzerinden, bir dönem portresi çiziyor Pappos. 2008 yılında patlak veren Wall Street ekonomik krizinden hemen önce, Wall Street’teki “son parti”nin uyumsuz bir karakteri. En çok da bir gözlemcisi. Aynı zamanda kimliğin akışkanlığıya da akmamazlığı mı demeliydimüzerine bir roman “Hotel Living”. Yaklaşmakta olan krizin öncesinde bir mani hali içerisinde kimsenin ne hissettiği kestirilemiyor; herkes, herkesin yerini alabiliyor. Stathis’in aşk hayatı da, arkadaşları da, sanki sayısal bir değermiş gibi, sürekli değişip duruyor. Sonuçlar hep başka bir hesaba açılıyor.

Henüz Türkçeye çevrilmemiş “Hotel Living”, konu tercihi, hızlı ve sert anlatımı ve yazarının kendi hikâyesiyle birlikte ilginç bir roman. Hatta açıkça yazarını merak ettiren romanlardan. Stathis otel odalarından kurtulamamış olabilir ama Stathis’in yaratıcısı Ioannis Pappos, artık bir romancı. Yazarın göçü, en azından şimdilik, tamamlandı…

İlk romanınız “Hotel Living”i yazmaya ne zaman karar verdiniz? Hayatı durdurup romanı başlatan neden neydi? Bir tür orta yaş bunalımı içerisindeydim. New York’ta, finans sektöründe çalışıyordum ve işimden hiç memnun değildim. Politikalar değişmeye başlamıştı, yaşanan büyük ekonomik krizin etkileri sarsıcıydı. Seyahat iyi gelir diye düşündüm, bir iki yere gittim fakat rahatsızlık, mutsuzluk biraz olsun azalmadı. Sonra kendimi babamın balıkçı kasabasında, Yunanistan’ın Pelion adasında buldum. Altı ay ailemin yanında kaldım. Daha ilk günden itibaren, bir günlük tutmaya başlamıştım. Günlük ilerlemeye başladıkça aslında asıl sıkıntımın ne olduğunu da anlayacaktım. Aklım başka yerlere, başka dünyalara, bir anlatıya gitmek istiyordu. O altı ay içerisinde romanın taslağını hızla tamamladım.

Peki, bu “krizin” öncesinde yazıyla mesafeniz nasıldı? Daha önce edebi değer taşıdığı savunulacak tek bir satır bile yazmadım. Sadece bir okurdum. Yazıya dair tek yaptığım, işim gereği powerpoint sunumları hazırlamaktı. Öznesi ya da fiili ayıklanmış, kaba cümleler kuruyordum.

Üslubunuz, Amerikalıların deyişiyle, pek çok “punchline”, yani “can alıcı nokta” içeriyor. Düşününce powerpoint’in amaçladığı şey de bu değil mi? En net şekilde en etkili anlatımı sunmak.
Powerpoint, iş yaşamının dili gibi bir şey. Tüm ifadelerin sloganla, mesajla ilgili olduğu bir iletişim biçimi düşünün. İster istemez etkilenmişimdir bu biçimden. Sanırım romanın “punchline”larla dolu olmasının kaynağı da bu. Danışmanlık firmalarından biri söylemişti bir keresinde, eğer iki atışta kendini anlatamayacaksın, hiç konuşma daha iyi. Yalnızca taşkınca bir yazın değil ama bu, üzerinde epey çalışıp, ayıkladığın bir yazın, sıkıca planladığın.
Ayrıca teknolojinin yazı üzerindeki etkisini de konuşmak gerek. 80’ler sonsuza kadar sürecek gibi gelmişti bana çünkü yalnızca iki tane devlet kanalıyla yaşıyorduk. O kanallar da günde 7 saat yayındalardı zaten. Bir film izlemek, bir oyun görmek için özel bir zaman yaratman gerekirdi. Şimdiyse her şey herkesin elinin altında. Dünya kendini sonsuz bir haber kaynağıyla besliyor. Artık bize de başlıklara bakmaktan başka çare kalmıyor. Bazen gazete öykülerini okumadığımı fark ediyorum, telefonumdan başlıkları kaydırmak yetiyor.

Romanınızı İngilizce yazdınız, değil mi?
Evet, İngilizce yazdım. İngilizcem mükemmel diyemem, eminim ki hâlâ öğrenmem gereken şeyler vardır. İnternet olmasaydı ne yapardım acaba. Yazdıklarımı düzeltirken bilgisayarım hep açık. Eski günlerdeki gibi koca kitaplar içerisinde “eş anlamlı” sözcükleri aramak zorunda kalsaydım, belki de bu kitabı yazmaya hiç kalkışmazdım.
Anadilim Yunancanın da yazımı çok etkilediğini söyleyebilirim. Senin de iyi bildiğin bir mesele var: Nasıl ko- nuştuğumuz bazen nasıl bir düşünce yapısına sahip olduğumuzun sinyallerini içerir. Bana göre Yunanca ve Türkçe, bu yansımayı taşıyan dillerden. Türkçe diyorum çünkü Türkçe olduğunu bilmediğim bir sürü kelimeyle büyüdüm ben. İki dilde de çok köklü ifade biçimleri var. Zihnimin alegorisini bu iki dilin eski terimleri, ifadeleri şekillendirdi diyebilirim.

Dil demişken, açık ve akışkan bir dil var “Hotel Living”de. Okurunu dinleyicisi olarak konumlayan bir dil bu. Edmund White çok inatçıdır bu konuda. “Konuştuğun gibi yaz, gerisi önemli değildir” der. Önemli olan o sesi takip edebilmektir. Kusursuz olmasa bile samimi bir ses, ki bu kusursuzluktan daha önemli bana kalırsa.

Romanınızın konumlanışı da ilginç. “Great American Novel” konseptine uygun bir biçimde döneminin sosyalliğini anlatmaya çalışan bir damarı var “Hotel Living” in, bir yanıysa ismi 90’lı yıllarda koyulan, Bret Easton Ellis önderliğindeki Brat Pack akımıyla flörtleşiyor, bir yanıyla da Stonewall ayaklanması sonrası bir devamlılığı ifade eden Edmund White, Michael Cunningham gibi yazarların etkilerini taşıyor. Siz romanı nereye ait görüyorsunuz? Açıkçası neyden nasıl etkilendiğim konusunda çok düşünmedim. Ama mesela bir örnek vereyim. Romanın kendi kendini ilan eden bir yönü var. Romandaki cinselliği düşünüyorum. Kitapta “gay”, “biseksüel” vs. bir kere bile bu kelimeleri kullanmamışım. Romanı yarıladığımda word belgesinin arama kısmından kelimeleri kontrol ediyordum ve bu kelimelerin bir kere bile kullanılmadığı gördüm. Bilgisayarım dondu filan diye düşünmüştüm. Sonrasında bu tesadüfü kendi arzumun kehaneti haline getirdim ve kitabı cinsel kimliğe dair kelimeleri kullanmadan bitirmek için uğraştım. Herkesin sadece “seksüel” olduğu bir dünya yaratıyordum aslında, bir tür bilimkurgu yaratıyordum. Beş sene sonra, 2015 yılında kitap, benim kurguladığıma yakın bir dünyada yayınlanınca kendimi çok şanslı hissettim. En azından Amerika’da, kimliklere ihtiyaç ortadan kalkıyor.

Bu temsilsizliği karakterleriniz üzerinden okumak da mümkün. Siz anlatın öyleyse karakterleri.
Kitapta herhangi bir adlandırma yok. Bir arkadaşım, senin kitabında sevilecek bir karakter bile bulamadım demişti. Haklıydı da. Karakterimin hepsi bin bela içinde yüzüyor. İnsanlar onlar. Baş karakter Stathis, küçük bir Yunan balıkçı kasabasından önce Silikon Vadisi’ne, oradan Avrupalı aristokratların okuduğu bir ekonomi okuluna, oradan da Wall Street’teki iş dünyasına geçiyor. Bu öykü, Stathis’in öyküsü. Karakterler, Stathis’e göre hizalanıyorlar.
Okuyucuların çok iyi tepki verdikleri tek bir karakter var, Tatiana. Güzel bir karmaşa Tatiana, Stathis’in hayatında bir çeşit anne figürü. Aslına bakarsanız romanda ilerleme kaydeden tek karakter de Tatiana; dönüşen, başkalaşabilen tek karakter. Bir de tam tersi karakterler var, onlar ilerlemiyorlar, bulundukları duruma saplanmışlar, Ray gibi mesela. Tek boyutlu karakterleri bir tür arka plan olarak kullanıyorum. Romanın esas halkasını Eric ve Tatiana gibi Stathis’in hayatını bizzat yönlendiren karakterler oluşturuyor. İkinci halka da ise Alkis gibi Stathis için bir figür oluşturan karakterler var. Alkis, bir çeşit baba rolünü oynuyor. Üçüncü halkada da hayaletimsi karakterler var, bir görünüp bir kayboluyorlar, bir çeşit kutsallık gibiler, dokunulmazlar. Romana ılık, uzaysal bir anlam veriyor bu karakterler. Baş karakterin hafızasıyla birebir ilişkililer. Karakterlerin bir akışkanlığı da bu hareket sisteminden geliyor. Tüm bu halkalar, öyle ya da böyle, iletişime geçiyor, birbirlerine doğru akıyorlar.

Peki Stathis’in bir anti kahraman olarak öne çıkması hakkında ne düşünüyorsunuz? Amaçlanmış bir adım mı bu? Evet, bir adlandırma olacak belki ama, Stathis’in bir anti-kahraman figürü olduğunu söyleyebiliriz. O, savunmasızlık ile güçlülük hallerinin bir birleşimi. Gücü de tüm o savunmasızlık içerisinde savaşmaya devam etmesinden geliyor. Stathis’in Eric’e olan aşkı mesela; Eric’in karanlığına çekileceğini bile bile bu ilişkinin peşinden gidiyor. Eric’in bir Amerikalı olmasıyla da ilişkili bir saplantı bu.

Statis gerçekte yaşasaydı, bugün nerede olurdu? Belki de Wall Street krizinden hemen sonra, Yunanistan’a dönmek zorunda kalırdı, diye düşünüyorum ben. Gayet mümkün. Fakat bana kalırsa Stathis askerlikle ilgili sorununu çöz- düğü sürece Yunanistan’a bir daha uğramaz. Konu Yunanistan olunca Stathis’in bir şeyleri bastırdığı muhakkak. Hâlâ kapanmamış bir hesabı olduğu ortada. Fakat romanda karakterin bu yönünü çok az açmayı tercih ettim. Evinden uzak bir yerde olmasını isterim Stathis’in, New York, Los Angeles vesaire filan değil ama. Güney Amerika’ya, Peru El Paraiso’ya taşınabilir pekala.

Peki, Stathis bir kapitalist mi sizce? Tabii ki, o bir kapitalist. Önce ekonomi okuluna gitti, Paris’te Avrupalı aristokratların çocukları arasında Yunanistan’ın küçük bir balıkçı kasaba- sından gelen biri olarak. Ve o okuldaki eğitim ile materyalizme katkı sağlayabileceği öğrendi. Aynı zamanda biraz da merakını takip etti Stathis, Wall Street işini bir tür deney olarak gördü. Bir realite şovu, bir oyun. En kötü senaryoda her şeyi geride bırakıp eve dönebilir ve askerliğe yazılabilir.
Stathis, sistemli bir biçimde “kapitalistleşiyor”. Hayatına yön verememiş bir karakter olarak süzülürken patronu bir biçimde onun hayatını ele geçiriyor. Stathis’in duygusallığı da tam bu noktada beliriyor, kendine, kendi özünü kaybettiğini söyleyebilmesiyle. Bildiği dünyaya geri dönemeyen, bulunduğu dünyaya da ait olmayan birisi olarak.

Stathis’i anlıyorum. New York duygularının yankısını her istediğinde duyabileceğin bir şehir değil. Hele Wall Street! New York? Duygu? Yankı? Size iyi şanslar. Bir arkadaşım New York’ta ziyaretime gelmişti bundan 10 yıl kadar önce, onun bana anlattığı bir öykü bu. Arkadaşım ve New York’lu bir arkadaşı, bir filme gitmek için sözleşiyorlar. Arkadaşımın kafasında film demek, tüm geceyi beraber geçirmek demek. Ancak olaylar hiç öyle gerçekleşmiyor. Çünkü New Yorklu dostu, film bittiği gibi “kendine iyi bak” deyip evine kaçıyor. O gece koşarak yanıma gelmişti arkadaşım, gece boyunca “Ioannis, kötü bir şey mi söyledim acaba,” diye sorup duruyordu bana. Ama işte New York’un normali böyle; bir film için sözleşirsin, filmden hemen sonra evine koşup bir başka sözü gerçekleştirmeye odaklanırsın. Yunanistan’dan gelen biri içinse önce film seyredilir, sonra yemek, sonra içki, sonra kahve, sonra sohbet…

New York’a dair ilk keşfettiğim şey, buradaki baskın çalışma kültürü ve bu kültürün yüceltilmesiydi. İlk başlarda insanlar sadece işleri hakkında konuşuyorlarmış gibi hissetmiştim. Ve hepsinin üzerine sana yöneltilen ‘ne yapıyorsun?’ sorusu. Biriyle tanıştığın anda sana sordukları soru bu. Bizim için bu soru, neredeyse kaba bir soru.

Bir keresinde bu soruya çalışmıyorum, keşke hiç çalışmasam, sadece evde kitap okusam demiştim işsiz bir zamanımda, biraz da şakalaşarak. Beni epey ciddiye alıp şoka uğramışlardı. Bir Amerikalı için şoke edici bir fi- kir çalışmamak fikri. Sanki yüzlerine bir şey fırlatıyorsun gibi gelmiştir cevabın. Bir keresinde West Village’da bir yemekteydim. Ne yaptığımı bilmediğim, çalışmadığım bir ara dönemdi. Tabii ki hemen birisi sordu: ee, sen ne yapıyorsun? “Tam anlamıyla hiçbir şey yapmıyorum”, dedim. Oda buz kesildi.

Çakırkeyiflik dışında da Yunan hallerinden bahsedelim o zaman. Romandaki diğer “Yunan damarları”ndan. Stathis, her ne kadar Yuna- nistan’ı arkasından bıraksa da, aslında epey “Yunan” bir karakter. Romanın merkezinde güçlü bir Yunan damarı var. Stathis, aslında tam bir Yunan prototipi. Bir çeşit trajedi kahramanı. Öncelikle çok duygusal biri. Bu duygusallığı ta ailesiyle yaşadığı küçük kasabaya kadar gidiyor. O adada her şey kısıtlıydı ve ona söz hakkı tanınmıyordu. Kendini ifade edememenin zayıflığı üzerine çökmüştü. Stathis de bir şey yapması gerektiğini fark ederek duygularının tam zıttı bir ekstrem olma durumunu aramaya başladı. Gerçek bir hipokrasi.

Stathis’in esas “kayboluşu”, otellerde yaşamaya başlamasıyla ilişkili diyebilir miyiz? Ekonomi dünyasının insansızlığına bir örnek gibi, kariyerinde yükseldikçe, gündelik hayatına dair izleri yitirmeye başlıyor.
Otellerin kayboluş ihtimali verdiği doğru. Bir tür fani konaklık otel, yaşamın kendisi gibi. Fakat oteller kişinin ilerleme imkânlarının durduğu yerdir de aynı zamanda. Hem varsındır, oradasındır, hem de mevcudiyetini kanitlayamazsın, orada değilsindir. Şehre, yaşayan şehre kök salamazsın. Hayatımın beş yılını otellerde geçirmiş biri olarak söylüyorum, bir süre sonra, senden çok fazla şey götürülmüş olur.

Roman boyunca Stathis pek çok şehir geziyor ama şehirlere dair tek bir tasvir bile okuyamıyoruz. Mekan duygusunu kaybetmenin hikâyesi diyebilir miyiz buna? Şehirlerin gelip geçtiği bir yalnızlığı anlatıyor “Hotel Living”. Otobiyografik bir roman zaten. Dediğim gibi, ben de otellerde yıllarımı geçirdim. Kafamdaki o dumansılıkla aylarca ve yıllarca otel odalarında sadece yemek yedim, çalıştım ve uyudum, yeni bir güne uyandığımda yine aynı sıralamayı tekrar ederek. Hep şehirlere bir dirsek uzaklıkta oldum ama gidip de normal biri gibi şehrin içinde gezinmeye vakit bulamadım.
Stathis’in de böyle bir avareliğe vakti yok. Romanın en önemli noktalarından biri, bu döngüyü kırıp şehrin merkezinde kaybolduğu anlar. Sanki ilk kez adım atar gibi, ilk kez nefes alırmış gibi bir an bu Statis için. Aynı zamanda böylesi bir yaşama artık devam edemeyeceğini kendisine ilk kez fısıldayan an.

Sonlara doğru bir çöküntü anlatısına da dönüşüyor “Hotel Living”. Stathis’in bireysel krizi, daha büyük, toplumsal bir sancının alegorisi oluyor. Bu yönüyle kitabı “Muhteşem Gatsby”e ve “Muhteşem Gatsby”in konumlandığı 1920’ler hedonizmine paralel okumak mümkün mü?
Savaşın işaretlerini gördüğün zaman, gökte bulutların toplanmaya başladığını görmüş gibi olursun, garip bir şey gelmek üzeredir. Korkarsın, belirtiler tam karşındadır. Bir de fırtınanın yaklaşmakta olduğunu görüp fırtınaya aldırmamanın tavrı var. Bana kalırsa pek çok insanın “Muhteşem Gatsby”, ile “Hotel Living”i yan yana koymasının sebebi de, karakterlerdeki bu tavır ortaklığı. “Muhteşem Gatsby”, tam da 30’lar depresyonundan önceki yılların hikâyesiydi. 30’ların çaresizliğinden önce kükreyen bir 20’ler. “Hotel Living” de benzer bir konumlanışta, bir tür “son parti” hikâyesi. Wall Street krizinden önce, büyük bir krizin geleceği sezildiği halde devam eden bir parti. Son büyük parti…